İlgi çekici, merak uyandırıcı bir olayın ya da durumun neden sonuç ilişkisi içinde sergilenip anlatılmasına öyküleme denir. Eskiler buna tahkiye derlerdi.

Öyküleme edebiyatta çok kullanılan bir anlatım şeklidir. Tüm hikâyeler, romanlar bu anlatım şekliyle yazılır. Sözlü ve yazılı kompozisyonlarda, bu şekle sık sık başvurulur.

Gerek sözlü, gerek yazılı öykülemede, eylemler (fiiller) “-di’li” geçmiş zaman kipinde kullanılır: geldi, gördü, yaptı, kırdı biçimindeki basit zaman hikâyeleriyle geldiydi, gitmişti, görüyordu, yapacaktı, kırardı şeklindeki birleşik zaman hikâyelerinde olduğu gibi.

Öykülemede “-miş’li” geçmiş zaman kipi kullanılmaz. Ancak, bir olay hikâye edilirken, başkasından duyulanların söylenmesi sırasında “-miş’li” geçmiş zamana, yani rivayete başvurulabilir.

“-miş’li” geçmiş zaman ekiyle yapılmış eylem rivayetleri, masal anlatımında kullanılır:

“... Uyumakta olan üç prensesten en gencini, en sevimlisini tanımak gerekiyormuş. Fakat birbirlerine o kadar beziyorlarmış ki, bunları ayırt edebilmek için, bir çare varmış: uykuya varmadan önce, üçü de ayrı ayrı tatlılar yerlermiş. Biri şeker parçası yemişmiş. Ortancası bir bardak şurup içmişmiş. En küçüğü de bir kaşık bal yemişmiş...” sözlerinin yüklemleri olan eylem sözcüklerinde görüldüğü gibi.

Hikâye ve roman gibi yapıtlarda olay, ya yazar, ya da olayın kahramanlarından biri tarafından hikâye edilir. Sözlü kompozisyonda ise bu iş, doğrudan doğruya olayı kompoze eden tarafından yapılır.

Öyküleme, roman ve hikâyelerde başvurulan bir anlatım şekli olmakla birlikte anı, sohbet, görüşme (mülâkat), tarih vb. yazı türlerinde de, el atılabilen bir anlatım yoludur.

Betimleme, içinde bulunduğumuz ortamın, varlık ve durumların sözcüklerle resimlendirilmesidir. Bu resimlendirmenin duran, hareket etmeyen görüntüler olduğunu gördük. Nesneler, varlıklar, her haliyle belli bir eylem ve an içerisinde durmuş, dondurulmuş gibidir. Öyküleme ise buna tam karşıttır. Çünkü bu anlatım biçiminde her şey hareket halinde verilir; varlıklar, yaşamın akışı içinde gösterilir.

Öykülemede eylem, olguların birbirini etkilemesinden doğar. Bir durumdan diğerine; bir sahneden başkasına zincirleme olarak geçilir. Kısaca, olayların gelişimi ve birbirine bağlanışı hareket öğesiyle olur. Şu örneğe bakalım:

“Bir yılbaşı gecesi halkevinde toplantı var. Davetliler grup grup geliyorlar. Ortaokul müdürleriyle beraber oturan öğretmen yardımcısı Nihal, kapının her açılışında heyecanlanıyor. Birini beklediği her hareketinden belli. Kapı açılıyor, Nihal dönüp bakıyor, jandarma komutanıyla annesi geliyorlar. Nihal üzülüyor. Kapı bir daha açılıyor. Vakit daha erken. Saat sekiz buçuk bile değil. Nihal saatine bakmıyor ki. Hep kötü ihtimaller düşünüyor: Ya gelmezlerse? Sakın ani bir hastaları çıkmasın? Yahut beklenilmedik bir kaza?”

Necati Cumali

Öykünün derece derece gelişimi bir bekleyişe bağlanmıştır. Nihal’in zihninde beliren sorular, daha başlangıçta eylemi sağlayan noktalar olmaktadır. Bu soruların çözümü öyküyü oluşturacak, bölümleri birbirine bağlayacaktır.”

Zaman

Öyküleme olaylar, belli bir zaman parçası içerisinde geçer. Bu zaman parçası, kendi içerisinde bir bütünlük gösterir. Bu yönüyle genel zamandan ayrılır. Çünkü öyküdeki zaman hem başlangıcı, hem de sonucu olan bir zamandır. Olaylar da bu başlangıç ve sonuç arasında gelişir; zincirleme olarak önce olayın başlayışı, sonra gelişmesi, daha sonra da sona erişi verilir.

Öykülemede bu başlama, gelişme ve sona erme ilkesine her zaman bağlı kalınmaz. Çoğu kez bir öykücü, kahramanın içinde bulunduğu dramatik noktayı başlangıç olarak seçer. Bu noktayı ver dikten sonra, geriye dönüşlerle kahramanının başından neler geçtiğini, bu hallere nasıl düştüğünü öyküler. Bu tür öykülemede ister istemez zamanın sırası, olaylar zinciri kendiliğinden değişir. Geleneksel biçimde zaman A’dan Z’ye doğru bağlantılı olarak gelişir. Oysa değiştirilmiş biçimde yazar, önce K, L, M ile başlar; sonra bir geriye dönüşle başlangıca, A, B ve C’ye gelir. Şu örnek böyle bir değiştirmeyi bize gösterir:

Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki:

—    Dilin Anadoluluya benzemiyor; Rumelili misin sen?

—    Serfiçe köylerindenim. Alnınım yazısı imiş, buralara düştüm.

Anlaşılıyor ki, vaktiyle sarışınmış, mavi gözlüymüş. Şimdi saçları küçük aktar dükkânı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen dokunsanız hışırdayacağım sandığınız cansız, kuru, soluk rengini şeklini almış. Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, fersiz, katı, suyu çekilmiş... Dibe çökmüş bir gam tortusu... Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlamamıştım. Belli ki bu kadın, onun zevkini kaçıracak.

İçinden:

—    Bir başkasını bulunca savarım.

dedi. Fakat hikâyesini dinlediği için savamadı.”

Refik Halli KARAY

Yazar, öyküsünü anlatacağı kadının içinde bulunduğu dramatik noktadan hareket ediyor. Kadının yıpranmışlığını, tükenmişliğini gösteriyor. Böylece zaman yönünden öyküye Z’den başlıyor, sonra A ya dönüyor: “Hikâyesini dinlediği için savmadı” cümlesi bu dönüşü sağlıyor.

Zamanın öyküdeki akışını değiştirme, olayların sırasını da değiştirme demektir. Zamanı iyi düzenleme, öykülemede başarıyı hazırlayan etkenlerden biridir. Başarılı bir öyküleme, her şeyden önce okuyan ya da dinleyenin ilgisini çeker. Nitekim yukarıya aldığımız örnek ilgiyi çekmesi yönünden başarılı. Biz, kadının içine düştüğü hali görüyor, acaba onu bu duruma düşüren olaylar nelerdir? diye merak ediyoruz. Böyle bir itiyle öyküyü sonuna değin izleyebiliriz.

Anlam

Öykülemenin, yaşamı eylem halinde verme olduğunu belirtmiştik. Buradaki eylem sözünden şunu anlamalıyız: Aralarında etki - tepki, neden-sonuç yönlerinden bir ilgi bulunan, bir anlam bütünlüğü taşıyan oluş ve kılışlar dizisi. Öyküsündeki zamanın bir bütünlük taşıması, eylem yönünden de bütünlüğü belirtir. Çünkü olaylar bir zaman içerisinde ortaya çıkacak, onun akışına koşut olarak gelişip sonlanacaktır. Ayrıca, bu akış içerisinde her olgu, kendinden sonrakine bağlanacak, onu geliştirecek; sürdürecektir.

Olgular arasında, bütünlüğün sağlanması öyküye giren kişilerle sıkı sıkıya ilgilidir. Genellikle olayların nedenleri insanlara bağlıdır. İnsanlarınsa birtakım istek, özlem, tutku ve güdüleri vardır. Bunlar her türlü davranışımızı etkiler; olayların doğmasını hazırlar. Bu yönden içerisine insanın girdiği her olgunun arkasında ya bir istek, ya bir tutku, ya bir güdü vardır. Gerçekte doğa olayları dışında kalan bütün olayları, eyleme dönüşmüş bir istek ve tutku olarak adlandırabiliriz. Eğer öykülediğimiz olay, ister tasarlanmış, ister gerçek olsun, böyle bir anlam taşımazsa inandırıcı olmaz. Şu kısa öyküyü bu açıdan okuyalım:

“Kral öldü ve ardından karısı öldü.”

Öyküleyici anlatımda olaylar neden sonuç ilişkisi ile bir birine bağlıdır.

Öyküleme Örüntüsü

Öyküleme, yaygın, çok kullanılan bir anlatım biçimidir. Bir günlük konuşma ve yazılı anlatım etkinliklerimizi şöyle bir saptasak, bunlarda öykülemenin ağır bastığını görürüz. Böylesine yaygın bir anlatım biçimini başarıyla kullanabilmek için kimi noktaları göz önünde bulundurmamız gerekir. Bu noktalar öykülemenin örüntüsünü oluşturur.

Başlangıç: Her eylemin bir doğuş kaynağı vardır. Bu kaynak, az önce belirlediğimiz gibi bir durum, bir özlem, bir tutku ve bir saplantı olabilir. Öykülemeye kaynaklık edecek bu durumların gelişmeye ve geliştirilmeye uygun olması gerekir. Bu yönden başlangıç, geliştirici olmalıdır.

Öykülemeye kaynaklık edecek durum, tek yönlü, yalın ya da çok yönlü, karışık, girişik olabilir. Bu, öykülemeyi etkilemez. Örneğin, bir Nasrettin Hoca fıkrasını, bir İncili Çavuş fıkrasını düşünelim. Bunlarda eylem tek yönlü, yalındır. Ne var ki böyle yalın olgulu durumların öykülenmesiyle, bunlardan çok daha karışık, girişik olanların öykülenmesi arasında gerçekte bir ayrım yoktur. Diyelim ki, “Kurtuluş Savaşımızı Gerekli Kılan Durum”u öyküleyeceğiz. Durumun kapsadığı öğeler çok çeşitlidir, sayıp dökmekle bitmez. Örneğin, “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yenikliğimiz, Mondros Antlaşması’nınn ağır koşulları, sarayla vatanseverler arasındaki çatışma, topraklarımızın paylaşılması, Atatürk’ün kişiliği, ulusal karakterimiz...” vb. Bunların hepsi Kurtuluş Savaşımız’ı hazırlayan türlü etkenler... Yapacağımız iş öyküleme, durumu açık seçik bir biçimde ortaya koymadır. Konu, böyle bir seçme olanağı taşıdığına göre, iyi bir başlangıç yapabiliriz. Okuyucumuzun ilgisini kamçılayacak biçimde Kurtuluş Savaşımız’ın nedenlerini zaman sıralı bir düzen içinde verebiliriz. Daha başlangıçta okuyucumuz bu olgular arasındaki ilintileri sezmeli, gelişmeyi heyecanla izlemelidir. Bunun için öykülemede başlangıç kuru bir açıklama değil, gelişme ve sonucu merakla izletecek bir özellikte olmalıdır. Burada giriş paragraflarında bulunması gerekli nitelikleri yinelemeyeceğiz. Öyküleyeceğimiz olgular, ister gerçek yaşamdan seçilmiş, ister tasarlanmış olgular olsun, başlangıçta ilgi ve merak uyandırmalı, okuyucuyu öyküye bağlamalıdır.

Gelişme: Eylemin bütünlüğünü gösteren, başlangıçta ortaya konan olguların geliştirildiği yazı bölümüdür. Terimlendirmek gerekirse, başlangıç bölümüne serim, gelişmeye de düğüm diyebiliriz. Bu bölüm, etki-tepki, neden-sonuç ilişkilerine göre oluşan değişik sahneleri kapsar. Olay, okuyanı tam heyecanlandıracak, duyularım yoğunlaştıracak bir nitelik kazanır. Teknik yönden düğüm denişi de bundadır. Nasıl başlangıcın amacı, meraklandıracak biçimde bir açıklamaysa, gelişmenin amacı da karışıklık ve çatışmalarla olayın okuyucu üzerindeki etkisini en yüksek noktaya çıkarıp merakı ayakta tutmadır.

Sonuç: Öykülemede sonuç, eylemin bittiği, durakladığı nokta değildir. Bu, eylemin doğal olarak görevinin sona erdiği bölümdür. Okuyucu bu konağa varınca, bütün gerilimlerinden sıyrılmalı, yoğunlaşan duyuları rahatlığa kavuşmalıdır. Başlangıçtan beri hayal gücünü kamçılayan, zihnini kurcalayan: “Şimdi ne olacak, bundan sonra ne gelecek?” türünden sorular yanıtlanmalı. Ama bu, bıçakla kesilircesine değil, ağır ağır, doğal bir biçimde yapılmalıdır.

Anlatıcı: Öykülemede temelde iki tür anlatıcı vardır: Birinci kişi ve üçüncü kişi. Anlatıcı bunlardan biri olarak ya olayın içinde kalır ya da olaya katılmaz, bir gözlemci gibi davranır. Sözgelimi, şu cümleye bakalım:

Bu yaz Boğaziçi’nde ömrümün en mutlu ve renkli günlerini yaşadım.”

Burada anlatıcı birinci kişidir. Kendi ağzından kendisiyle ilgili bir durumu bize anlatıyor. “Ben”, ya gerçekten yazarın kendisi ya da “düşsel” bir kişi olabilir.

Şu cümle ise:

“Durana altmış yaşına gelmişti ama, otuzundaki gençleri kıskandıracak kadar güçlü ve kuvvetliydi.” Üçüncü kişi anlatımını örnekler. Yazar, kendi dışında bir başkasıyla ilgili tensel bir özelliği bize veriyor.

Bu iki biçimle ilgili bazı genel noktaları tanıyalım:

Önce birinci kişi anlatımının eylemle ilgisini kesinlikle bilmeliyiz. Anlatıcı, öykünün temel kahramanı mıdır? Olaya katılıyor mu? Böyle olursa kahraman kendi özel öyküsünü anlatıyor demektir.

Birinci kişi anlatımı, hem gerçek hem de tasarlanmış olguların anlatımında kullanılır. Sözgelimi, özyaşam öyküleri, günlükler, anılar, anlatıcının gerçek yaşantısıyla ilgili olgulara dayanır; bunlar da çokluk bu biçimle yazılır.

Şu örneğe bakalım:

“... 26-27 temmuz 1331’de gece yarısından takriben bir iki saat evvel Şimal Grup Kumandanlığı vasıtasıyla aldığım ordu emrinde: Anafartalar Grubu kumandasını deruhte etmek (üzerime almak) üzere hemen Çamlıtekkeye ve 27 temmuz günü fecirle beraber taarruz icra etmekliğim lüzumu bildiriliyordu. Bu taarruz hakkındaki malûmatım Anafartalar Grubu Erkan-ı Harbiye Riyasetinden (Kurmay Başkanlığından) alınacağı İlave ediliyordu.”

ATATÜRK

Burada olayın kahramanı da, anlatıcı da Atatürk'tür. Birinci kişi olarak Anafartalar Grup Kumandanlığını nasıl kabul ettiğini anlatıyor. Anlattıklarıyla doğrudan doğruya ilgilidir. Bazen de anlatıcı gene bu örnekte olduğu gibi, birinci kişidir. Ama anlatıcı bunu zaman zaman duyurur; genellikle kendisini gizleyerek, bir gözlemci gibi davranır. Özellikle gezi yazıları bu biçimde yazılır. Şu örnekte Bunu açıklıkla görebiliriz:

“Geldiğimden beri: “Bir defa Amasra’yı görmelisiniz.” diyorlardı.”

Karayolunun bir hayli kısmı kötü olduğu için, yatkın bir havada römorkörlerle Zonguldak’tan ayrıldık. Arada Çatalağzı ve Filyoz var. Önce Fundalı ve ormanlı yamaçlar, yalçın burunlar, girintili çıkıntılı, yemyeşil bir kıyı. Sonra bir müddet için onu da kaybediyoruz. Nereye insan konmuşsa, tabii güzelliği sönmüş ve hayat doğmamış.

Amasra bir kaya parçası arkasında pitoreks ve eski bir köy. Adeta İç içe çağlar. Tarihi unutmuş gibi, dalgın ve gamlı kale parçaları. Hepsi birer hatıra gölgesi. Kayalık üstünde kafesli birkaç ahşap ev. Liman ve çarşı mendireğin arkasında bir plaj. Bartın ve Karabük’te oturanlar yazın yıkanmak için buraya geliyor. Rahat soyunma yerleri ve arkada çadırlı bir kamp.”

Falih Rıfkı ATAY

Daha önce de belirttiğimiz gibi, birinci kişi anlatımı, tasarlanmış olguların öykülenmesinde de kullanılır. Bu kullanmada anlatıcı, öykünün kahramanı görünümündedir. Şu örnek bu türdendir:

“Uzun zaman aşksız yaşadım. Bu, mevsimin sonbahar olması ya da havaların yağmurlu gitmesinden değildi. Sadece eski bir aşktan kurtulmuş, bir yenisine bağlanmıştım. Aşk benim alışık olduğum bir şeydi. Aşksız bir insan nasıl yaşar, nasıl yer, nasıl dolaşır, neler düşünür diye merak ederdim. Herhalde böyle bir İnsan, şehrin uçsuz bucaksız caddelerinde gölgesini arkasına takarak dolaşamaz, Unkapanı köprüsünden mavnaları seyretmez, parklarda avareliklerden hoşlanmaz, aşk filmlerini sevmezdi.”

Oktay AKBAL

Görülüyor ki, birinci kişi anlatımının iki biçimi var:

1.Anlatıcı: Esas kişi ya da kahraman.

2.Anlatıcı: Sınırlandırılmış olarak gözlemci.

Üçüncü kişili anlatıma gelince, anlatıcı kişisellikten uzaktır. O, olayın dışında bir tanık, bir gözlemci gibidir. Olayları olduğu gibi verir. Bunun da uygulamada iki türü vardır. Birincisi ayrıntılı anlatımdır. Ayrıntılı anlatımda anlatıcı, olayın bütün yönlerini en ince ayrıntılarına değin anlatır... Karakterlerin, olaya karışan kişilerin duygu ve düşünceleri bütün genişliğiyle verilmeye çalışılır. Ancak bir tarihsel olayın, gerçekten yaşanmış belgelere dayalı bir yaşantının anlatımında gerçeğe bağlı kalma kaygısı yazarı sınırlayabilir. Bunun dışında yazar, hiçbir sınırlama tanımaz.

Üçüncü kişili anlatımın bir başka şekli de, belli bir noktaya göre anlatmadır. Bütün yönleriyle bir olguyu anlatma yerine, belli bir etken seçilir.

Konuşturmalar: Öyküleme, konuşturmayı da kapsar. Bir yönden bu anlatım biçiminin başarılı ya da başarısız oluşuna önemli bir etken olabilir. Kaldı ki konuşturma yalnız roman ve öykülerde değil; tarih yazılarında, yaşamöykülerinde, tiyatro eserlerinde ve daha başka yazı türlerinde de kullanılır. Bunun için konuşturmada bağlı kalacağımız kurallara kısaca değinelim:

Kişiler, her şeyden önce kendi karakterlerine göre konuşmalıdır. Bu kişinin aldığı kültüre, bağlı olduğu toplumsal çevreye, büyüyüp yetiştiği coğrafi bölgeye göre konuşması demektir. İyi bir konuşmanın nitelikleri olan, doğallık, inandırıcılık ancak böyle sağlanır. Sözgelimi, bir mahalle bekçisini bir düşünür gibi konuşturma, bir araba sürücüsünün söz dağarcığını bilgince tutma, dinleyen ve okuyanları güldürür, inandırıcı olmaz. Bunun için, başarılı bir konuşturma, kişileri en iyi yansıtan, onların günlük hayattaki durumlarına uygun olandır. Şu konuşturmaya bakalım:

“Meftun dükâna girerek:

—    Bonjur bakkal ağa.

—    Bonjuran hayırlı ola efendim...

—    Bakkal, sizden küçük bir “ransenyöman” almak isterim.

—    Yağlı Süleyman mı dedin?

Hayır... “ Ransenyöman “ dedim... Hiç Fransızca anlamaz mısın?

Fransızca anlasam buruda bakkal mı olurum uy efendim? Bankaya hatipliğe girerdim... Bizim bildiğimiz “boncurna” boncurnaya karşı gel. Mersi Çok sevmem veresi... Mancan bol ola... İşte bu kadar...

Senden bazı malumat almak isterim. Geçen gün öteki bakkala sordum, onun verdiği izahat kâfi gelmedi...

Şu öteki şişman bakkala mı? O herif müşteriyi kandırmadan gayri ıvır zıvırdan başka ne bilir?.. Bir ağnayacağın varsa bana sor ki sana layıkıyla cevabını diyeyim.

Şu aşağıdaki sokakta sarı köşkte oturuyor, Kaşıkçılar Kâhyası Ka mm Efendi diyorlar bir ihtiyar var, o zatı tanıyor musun?

Bakkal iki elini kaldırıp red işareti vererek:

H. Rahmi GÜRPINAR

Bu karşılıklı konuşmadan (dialogue’dan) hem bakkal hem de Meftun’la ilgili bazı özellikleri çıkarabiliriz. Örneğin, Meftun’un züppe, konuşmaları arasında Fransızca sözcükler katmaktan hoşlanan, bakkalın da alaycı, Türkçeyi şiveyle konuşan biri olduğu ilk solukta belirmektedir. Bu da konuşanların durumuna uymaktadır.

Konuşturma, karşılıklı olabileceği gibi, tek kişinin kendi kendisiyle konuşması halinde de olabilir. Buna iç konuşması diyebiliriz. Yukarıda belirlediğimiz karşılıklı konuşmada bulunması gerekli niteliklerin hemen hepsi iç konuşmasında (düşünme) bulunmalıdır. Sözcük seçimi, cümlelerin anlam ve yapı özellikleri, konuşma ya da düşünen kimsenin yaş, kültür, yetişme düzeyi ile bağdaşmalıdır. Örneğin, büyükbabasının hastalığı karşısında, Tanrı’ya yakaran bir küçük çocuğun şu içten, sessizce yakarışına bakalım. Bunu iç konuşturmasının doğal ve başarılı bir örneği sayabiliriz:

“Osman sağına soluna bakındı gene. Yapayalnızdı. Camilerde gördüğü erkekler nasıl yapıyorlarsa öyle, ellerini göbeğinin altında saygıyla bağlayıp Tanrı’ya yalvarmaya koyuldu:

Allah’ım, büyük Allah’ım, Sen büyükbabamı iyileştir. Evvelce beline taktığı kılıcını şimdicik yılan sanmasın. O hastalandı yattı diye babam beni dövmesin. Yıkanırken gözlerime sabun kaçar da ağlarsam kimse babıma vurmasın. Allah’ım.

Bak, dün gece yatarken Senden kırmızı bir tay istemiştim ya, ondan caydım. Bu dediklerimi yap, yeter. Sen bu dediklerimi yap, ötesine karışma, hak göreceksin, ben nasıl olacağım. Ne kızlarla evcilik, ne kaka çocuklarla atıcılık oynarım. Ne yaramazlık ederim. Babaannem kaşığa doldurur verirse, balıkyağım bile öğürmeden içerim. Söz. Sen büyükbabamı iyileştir, yeter.”

Mehmet ŞEYDA

Karakter Çizme: öykülemede eylemlerle kişiler arasındaki sıkı ilişkiyi açıklamıştık. Her eylemin gerçekte ortaya çıkmış kişisel bir istek, tutku ve özlem olabileceğine değinmiştik. Bu yönden bir daha belirtelim ki, gazete haberlerinden roman ve öykülere değin her türlü öyküleme genellikle insanlar üzerinedir. Olaylar, insanların başlarından geçer; olayları da gene insanlar meydana getirir. Bu meydana getirişte insanların heyecanları, tutkuları, özlemleri de gün ışığına çıkar. Bunun için bir kimseyi tanıma ve tanıtma, onun eylemleriyle olur. İşte kişileri bu yönden ele alıp kişiliklerini yapan nitelikleri göstermeye karakter çizme diyoruz.

Karakter çizme, anlatımda kişileri birbirinden ayırmamıza yarar. Kişilerin adlarını verme, yetmez; okuyucunun zihninde onları canlandıracak, birbirlerinden ayıracak ayrıntılarıyla, kılık ve kıyafetleriyle çizmek gerekir. Ne ki, bu da bir başına kişilere yaşarlık kazandırmaz. Onların yaşarlıkları, olayla olan ilişkilerinin belirlenişinden doğar. Bu belirleyiş nasıl yapılmalı? Ayrıntılara inmeden belirtelim:

Önce kişilerin davranışlarına yön veren ana güdüyü yakalamalıyız. Sonra kahramanı çevremizde gördüğümüz, kıskançlıklarıyla tanıdığımız gerçek kişilerden biriyle özdeşleştirebiliriz.

Karakter çizmede başarı sağlamamız, insanları iyi tanımamıza bağlıdır. Bunun da belli bir kalıbı yoktur. Ancak, çevremizdeki insanların davranışlarını inceleme, bol bol okuma, okuduklarımızı kendi gözlemlerimizle değerlendirme yararlı bir yoldur.

İnsanların karakterini çizmede kimi yöntemler vardır. Bunların başlıcaları şunlardır: Görünüşlerini verme, eylem ve davranışlarını ele alma, başkalarının tepkilerini gösterme, konuşmalarını belirtme, çözümleme. Bir karakterin çözümünde bu beş yöntemden birini tek başına kullandığımız gibi, hepsini birlikte karışık olarak da kullanabiliriz.

Öyküleyici Anlatımın Kullanıldığı Metin Türleri:

Birkaç kez yinelediğimiz gibi, kimi yazı ve konuşma türlerinde belirli anlatım biçimleri ağır basar. Örneğin, roman, öykü, anı, gezi, yaşamöyküsü... gibi türlerinde öyküleyici anlatıma daha çok yer verilir. Açıklama bölümünde de değindiğimiz gibi, bir açıklayıcı öyküleme vardır; bir de sanatsal öyküleme... Sanatsal öyküleme, öğretme amacından çok, okuyucuyu olay içinde yaşatmayı, onun yaşantısını zenginleştirmeyi amaçlar. Falih Rıfkı Atay’dan alıntıladığımız parçadaysa açıklayıcı, daha doğrusu öğretici boyutlu öykülemeyi buluyoruz. öte yandan sırasıyla bir işin nasıl yapılacağını bir deneyin nasıl yapıldığını anlattığımızda da açıklayıcı öykülemeye başvururuz.

Bu metin türleri şunlardır.

a-      Roman

b-      Hikaye

c-       Tiyatro

d-      Masal

e-      Fabl

f-        Anı

g-      Gezi yazısı

Benzeri öğretici ve edebi metin türlerinde öyküleyici anlatım türü kullanılmaktadır.

Öyküleyici anlatımın özellikleri:

a-      Bu anlatım türünde amaç ilgi çekici olay ve durumların okuyucu ya da dinleyiciye en etkili şekliyle anlatılmasıdır.

b-      Anlatımda olaylar neden sonuç ilişkisi ile anlatılır.

c-       Olayların anlatımında zaman sıralamasına uyma zorunluluğu yoktur.

d-      Dil heyecana bağlı işlevinde kullanılır.

e-      Anlatımda mecaz, imge, benzetme, çağrışım gibi ifadeyi güçlendirici unsurlardan yararlanılır.

Ayrıca bakınız isimler...

Kategori: 10. Sınıf Dil ve Anlatım
Görüntüleme: 523